MÜZİĞİYLE, AŞKLARIYLA, ADALILIĞIYLA NİNO VARON
1970’li yıllarda Türk pop müziğine yön veren, söz yazarı ve besteci olarak müzik tarihine ismini yazdıran, prodüktör (yapımcı) Nino Varon’un yaşam öyküsünü dinledik. Büyükada’daki evinde enstrümanları ve resimleri arasında söyleştiğimiz Varon ile müzikten çok adalılığını konuştuk.
Nino Varon, Atatürk ile yolları kesişen büyükbabasını, hayatı için dönüm noktası olan çocukluk kazasını, ailesinin müzik yeteneğini, Büyükada’daki yaşantısını, Ada’daki çocukluk ve gençlik anılarını, 35 yıllık yol arkadaşı eşi Jenny Varon’u, resim çizmeye başlamasını, kısacası yaşama dair her şeyi bizimle paylaştı…
-Büyükada doğumlu musunuz?
1944 Kudüs doğumluyum. Orada doğmamın nedeni, babamın o dönemler İngiliz Ordusu’nda iş bulmasıydı. Orada doğdum ama dokuz aylıkken memleketimize, Türkiye’ye döndük. Türk kimliğim doğumda da vardı. Ekmek kartı bile almışım henüz dokuz aylıkken. Dönünce Büyükada’ya gelmişiz. Üç dört yaşında olduğum zamanları hatırlamıyorsam da Büyükada İskelesi’nde çekilmiş fotoğraflarım var. Kışları şehirde, yazları adada geçti çocukluk ve gençlik yıllarım. Adayı çok sevdik her zaman ama okullarımız ve iş hayatımız şehirdeydi.
Kardeşim ile Saint Michel Fransız Lisesi’ne gittik ama diplomalarımızı alamadan eğitimle yollarımız ayırdık. Gençliğinde Büyükada’da Lefter ile top oynayan kardeşim Jerry iyi bir futbolcu olacakken gelen iş teklifi üzerine Amerika’ya gitti ve orada ticarete atıldı. Bense kendimi müziğe verdim.
“ÇOCUKLUĞUMDA GEÇİRDİĞİM KAZA NİNO VARON’U YARATTI”
-Müziğe başlamanız nasıl oldu?
Müziğe başlamam tamamen başımdan geçen talihsiz bir olayla oldu. 13 yaşımdayken bir kaza geçirdim. 11 yaşındaki kız arkadaşım bir partiye davetliydi. Gitmesini istemedim ama o gitmeye kararlıydı. Peşine takıldım… Büyükada Çınar Meydanı’nda üçgen demirden atladım ve kolumun üstüne düştüm. Kolum kırıldı. Tedavim sürerken saçlarım dökülmeye başladı. Kaşıntılarım arttı. Sonunda kel kaldım. Hayatımı değiştiren olaydır bu. Kızlar beni beğensin diye gitar çalmaya başladım. (gülüyor) Bu geçirdiğim kaza Nino Varon’u yarattı. Musevilerin çoğu tüccardır, belki ben de öyle olacaktım ama bu olay beni müziğe yönlendirdi. Yani, saçlarım dökülmeseydi, gitar çalmasaydım belki de tüccar bir Nino olacaktım. Ben en fakir Yahudiyim ama ruhum zengin. (gülüyor)
-Müzik eğitimi almadınız mı?
Hayır, müzik okullarında okumadım, tamamen alaylıyım. Okumanın klasik müzik ya da benzeri müziklerde mühim olduğuna inanıyorum. Tanrının verdiği bir yetenek varsa da zaten kolay melodi yaparsın. Etrafımda zaten müzik hep vardı. Ailecek müzikte iyiydik. Büyükannem piyano ve mandolin, amcam mızıka çalardı. Annemin kulağı çok iyiydi. Opera sanatçısı olacaktı annem ama babam istemedi. Bir gün Kayahan’a ‘Yemin Ettim’ parçasında yanlış yaptığını söyledi. Kayahan’ın ampulleri yandı.(gülüyor) Peppino di Capri, meşhur şarkısı ‘Roberta’yı annem için söylemişti. Anneme hayatta yaptığım en büyük, en güzel sürprizdi.
“BÜYÜKBABAM’IN YOLU ATATÜRK İLE TRABLUSGARP VE ÇANAKKALE’DE KESİŞTİ”
-Ailenizden söz etmişken… Bir sohbetimizde Büyükbabanızın Atatürk ile tanıştığınızı söylemiştiniz. Nasıl, nerede oldu bu tanışma?
Büyükbabam Nahman Varon Efendi 1880 doğumludur. Atatürk’ten bir sene büyüktür. 1911’de Trablusgarp’a posta müdürü olarak tayini çıktığında Atatürk de orada albaydı. Daha sonra Çanakkale’de posta müdürlüğü yapmaya başladığında Atatürk de o esnada kurtuluş savaşını veriyordu. Böyle bir rastlaşmaları, tanışıklıkları vardı Atatürk ile. Bir gazeteci bana, ‘Büyükbabanız önemli biriydi’ demişti. Tam net olarak bilemesem de Atatürk imzalı bir kâğıt hatırlıyorum ve sanırım amcamın seyahat etmesi için düzenlenen bir belgeydi.
Atatürk’ün vefatından sonra Cumhuriyet Halk Partisi, Büyükbabamı milletvekili olarak istiyor. Ancak Büyükbabam bu teklifi kabul etmiyor. Neden bu talebi geri çevirdiğini ben de merak ediyorum. Soner Yalçın’ın ‘Burası Vatanın Nereye Gidiyorsun’ başlıklı köşe yazısında, büyükbabam, Atatürk’e bilgi taşıyan kişi olarak geçiyor. Büyükbabam belki de devlete bu kadar hizmet ettiği halde, Varlık Vergisine duyduğu tepkiden belki de siyaseti sevmediğinden milletvekilliliği teklifini kabul etmedi. Büyükbabam ihale işlerindeydi ve daima iyi yaşamamızı sağladı.
“ATATÜRK’Ü RÜYAMDA GÖRDÜM”
Büyükbabam kadar şanslı değildim, Atatürk ile yollarımız kesişmedi ama ben de Atatürk’ü rüyamda gördüm. Hayatımda gördüğüm en enteresan rüyadır. Rüyam şöyleydi; 1920’ler 1930’lardaki orduevi girişini anımsatan kolonlu bir kapının girişinde askerler bekliyordu ve ben sivilim, kapıya yakın bir yerde duruyorum. Birden Atatürk çıkıyor kapıdan ve ‘Nino gelsene buraya!’diyor. Gidiyorum Atatürk’ün yanına ve ‘Buyurun efendim’ diyorum. Atatürk mavi kostümler içerisinde. Oysaki gerçekte Atatürk’ü hiç mavi kostüm içerisinde görmedik. Kravatı renkli ve gömlek yakasının uçları eskimiş gibiydi. Cebinde bir mektup çıkarıyor. Ya Afganistan ya da İran şahı, tam hatırlayamıyorum ama Atatürk’e çok güzel bir köşk hediye etmiş. Ve bahsi geçen o ülkenin genelkurmayından gelen bir mektup bu. Genelkurmay, ‘Sayın Atatürk’üm gelmeyecekseniz o köşkü bana satar mısınız’ diyor mektubunda. Atatürk de bana ‘Buna ne cevap verilir çocuk?’ diyor. Böyle acayip bir rüyaydı. Etkisinde kaldım. Rüyamın sabahında Atatürk’e bir melodi yaptım…
“AŞKIN BİRİNCİ KURALI GERÇEK BİR SAYGIDIR”
-Ailenizin diğer üyelerini de tanımak isteriz…
Amcam Rober, Galatasaray takımında oynadı. Türkiye’nin mühim pul koleksiyoncularından biriydi. Kadınlar Kongresi diye bir pul serisi vardı. Bunu keşfetti aldı ve hayatı boyunca onları satarak yaşadı. Çünkü o zamanlar pulculuk çok önemliydi. Babam, Bay Rışar, Fransız okulunda okudu, ticaret gümrük komisyonculuğu yaptı. Annem Madam Dora İstanbul İngiliz High School okulunu bitiren karizmatik bir ev kadınıydı.
Çok güzel bir ailede yetiştim. Babam her sabah annemin kahvesini yapar öyle işe giderdi. Bana bu kadar güzel bakan bir kadının sabah kahvesini yapmamak olmazdı, derdi. Ben de ondan gördüğümü hayatıma uyguladım ve eşim Jenny’e her sabah sade kahvesini yaptım. ‘Her yoğun gecenin sabahında, elimde sade kahvemle ben başucunda…” diye mısralar yazdım ona.
Jenny, en iyi arkadaşımın kız kardeşiydi. Çok değer veriyordum kendisine, çok seviyordum onu. Evliliğimiz, o ölene kadar sürdü, 35 sene. Karımı hiç aldatmadım. Bir sürü artist merak etti ve sordu bana, buna hiç ihtiyaç duymadım, dedim. Meslekte güvenilir bir prodüktör olmam, eşime olan sevgimdendi aynı zamanda. Benle çalışan kadın sanatçıların hepsinin sevgilisi vardı ve o sevgilileri Nino ile çalışmalarında hiçbir zaman sorun yaratmadılar, çünkü Nino bozuk değildi. Bir kadına saygı duymuyorsan, bedeni, güzelliği bir şey ifade etmiyor. Bir kadına saygı duymuyorsan, bedenine ruhuna saygı duyamazsın. Aşkın birinci kuralı gerçek bir saygıdır. Ben karıma hep saygı duydum.
Eşimi 17 sene evvel kaybettim. İki oğlum var.
“ADA NEFES ALDIĞIM, ÜRETTİĞİM YER”
-Başlarda yazlıkçı olarak adadaydınız, buraya tamamen yerleşmeniz ne zaman oldu?
Eşimle İstanbul Nişantaşı’nda oturuyorduk ama gönlümüz hep adadaydı. 2002’de yaz-kış adaya yerleştik. Zaten İstanbul yaşanmaz bir haldeydi, kiralar uçmuştu. Oraya verdiğimiz parayla burada çiçek gibi yaşadık. O süreçte üç dört ay Amerika’ya da gidip kalıyorduk kardeşimin yanında. Taşındığımız günden beri burada hiç ayrılmadım. Ada nefes aldığım, ürettiğim yer benim.
-Üretiminizde ilham kaynağı mı ada?
Ada olmasa bu kadar üretimim de olmazdı, diye düşünüyorum. Buranın doğası, ortamı beni üretime teşvik ediyor. Evim aynı zamanda çalışma stüdyom. Ama isterdim ki adada stüdyolar olsun, Tarkan gelsin, Nilüfer gelsin, Ajda gelsin şarkılarını denize karşı okusunlar. Stüdyolar bugün Etiler’de orada, burada, evlerde. İsviçre’de Alp Dağlarında stüdyo var. Adalarda neden olmasın?
-Son zamanlarda çalıştığınız bir beste var mı?
Rumca şarkı yazdım. Adalardaki farklı kültürlerin bir arada kardeşçe yaşamasını anlatan bir beste, bir müzik olacak. Şu an bunun üzerine çalışıyorum. Adalar’a bir kimlik kazandırılması lazım… Bunun için hepimize sorumluluk düşüyor.
– Resme de gönül verdiğinizi görüyoruz. Şişeler üzerine yaptığınız çizimler ne güzel!
Evet, portre çizimlerimin yanı sıra boş şişeler üzerine de resimler yapıyorum. Kimi zaman elinde enstrüman olan sanatçıyı kimi zaman bir yelkeni, denizi çiziyorum.
Boş şişeleri Milto Restaurant’ta Turgut’tan alıp, bisikletle eve taşıyorum. Onları bir güzel temizliyorum ve sonra tuval olarak kullanıyorum. Tuval masraflı ve İstanbul’dan alıp getirilmesi de zahmetli iş. Üretmeyi seviyorum, müzik olur, resim olur, başka bir şey olur ama üretmek ve daima üretmek…
-Üretimden geriye kalan zamanda neler yapıyorsunuz adada?
Adada günlük standart yaptığım şeyler var. Çarşıyı muhakkak gezerim. Ciğerci Altan ve diğer arkadaşlarımı görürüm, selamımı kimseden esirgemem. Korona salgınından sonra adaya gelip yaşayan arkadaşlar var, onlarla da görüşüyorum. Benim için ve çoğu insan için İstanbul artık cazibesini kaybetti. Değişen bir İstanbul var, iki kahve içsen dünya kadar para ödüyorsun, taksi bulamıyorsun, bir de acıkırsan vay haline! Ama ada öyle değil. Evler iş yerlerine yakın, hayat kolay, ulaşım sorunu yok.
-Çocukluğunuzun adası için neler söylersiniz?
Çocukluğumun adasının bendeki yeri çok özeldir. Ada küçüktü, dünya küçüktü, internet yoktu. Bol oyun, bol sohbet vardı. Anadolu Kulübü’nde maskeli balolar çok güzeldi. Rum kadınları da harikaydı. Daima şıklardı. Rum erkekleri gitarlar, kordonlar çalardı. İtalya adası gibiydik.
“NEŞEMİ RUMLARA BORÇLUYUM”
-Çocukluğunuzdan bugüne adada en çok ne iz bıraktı sizde?
Sadece bende değil, çoğumuzda, hepimizde derin iz bırakan şeyler oldu. 1964 yılına kadar Rumlar adada çoğunluktaydı. Türk arkadaşlarımın yanında daima Rum arkadaşları, Ermeni arkadaşları olurdu. Birlikte büyüdük, yaşadık. Rumlarla birlikte yaşamanın felsefesi çok güzeldir. Güzel olan her şeyi onlarda gördüm. Gitarı da kadınları da onlardan öğrendim; sohbeti ve şamatayı da. Kaldıysa neşemi de onlara borçluyum. Ama daha sonra Rum arkadaşlarım bir bir Atina’ya gittiler. Rumların kovulması kadar acı bir olay yaşanmamıştı. Yaşanan o olaylardan çok etkilendim. Hepimizde derin izler bıraktı…
Bende iz bırakan bir diğer olay ise Yassıada’da Adnan Menderes’in idam edilmesidir. Çocuktum ve Menderes ile tesadüfen karşılaşmıştım. Kolumu kırdığım o olayın ardından babamla Balat’a hastaneye gidiyorduk. Taksi ile karşıya geçeceğimiz esnada, önden ve arkadan zundapp motorsikletler, ortada siyah cadillac arabanın içinde Menderes, camı açtı ve bana geçmiş olsun, dedi. Babam da şapkasını çıkardı. Bu bende unutulmaz bir anıdır.
Yıllar sonra solcu arkadaşlarım ile çok sevdiğim ağabeyim Emil Galip Sandalcı, Türkiye’nin bütün gerçeklerini anlattılar bana. Ettiğimiz dost sohbetlerinde eğitildiğimi hissettim, Emil Galip Sandalcı’dan çok ders aldım. Ben liberaldim, o iyi bir solcu idi. Ben siyaseti hiçbir zaman sevmedim, siyasette yer almak istemedim. Yalnız bir ara Turgut Özal, Kayahan’a seni kültür bakanı yapalım, demiş. Ben de müsteşarın olurum herhalde, deyip Kayahan ile gülüşmüştük. (gülüyor).
“MÜZİK YAPIŞMIŞ ÜSTÜME VE KURTULMAK İSTEMİYORUM”
Yeniden müziğe dönersek; bunca yıldır içerisinde olduğunuz bu sanatla ilgili neler söylersiniz?
Müzik, müzik, müzik… Benim her şeyim, hayatım oldu. Çocuk yaşta elime aldığım gitarla çok yerde çaldım… Farklı enstrümanları da elime aldım, melodi yapmaya başladım. Plak prodüktörlüğüne ise 1968 yılında başladım. Prodüktörlük çok önemlidir, herkes yapamaz, hayali olanın, yaratıcı olanın işidir. Bende bunlar bolca var. İşimde çok başarılı oldum, ilerledim…
Ve dünya repertuarına sahip bir şirketteydim. Nino sen bu işe baksana, dediler. Türk milletinin zevkine göre seçtim dünya repertuarından. Müzikte çok zekiyim. Hangi şarkının kime nasıl uyacağını, o şarkının şarkıcı tarafından taşınıp taşınmayacağını bilirdim. Öyle altın bir dönemim var benim. O şirketten ayrıldıktan sonra biraz daha küçük artistlerle çalıştım. Plak perakendeciliği, diskotekler falan filan… Çocukluğumdan beri müzik yapışmış üstüme ve kurtulmak da istemiyorum.
Bugün daha fazla şarkı ya da başka güzel şeyler yapabilirim. Ama kuşaklar değişti ve bizim kuşağı bir kenara attılar. Türkiye bugün rap dinliyor. Tanju Okan’ın, Niüfer’in, Ajda Pekkan’ın ve daha nice sanatçının o güzel şarkıları kalktı!
“YILMAZ GÜNEY’E ARKADAŞ ŞARKISINI YAPTIK”
-Ajda ve Nilüfer demişken, müzik hayatınızda kimlerle çalıştınız?
70 ya da daha fazla Türk sanatçı ile çalıştım. Cem Karaca’dan Barış Manço’ya, Kayahan’dan Sezen Aksu ile Ajda Pekkan’a, Nilüfer’den Tanju Okan’a, Selçuk Alagöz’den Bulutsuzluk Özlemi’ne… Duman’ın solisti Kaan Tangöze’yi plak şirketine bırakan benim. Kaan karşı komşumuzdu ve anne babası en iyi arkadaşımızdır. Aldım onu Number One’a bıraktım ve Duman çıktı. Bilgen Bengü’yü, Cici Kızları da Şanar Yurdatapan ve Atilla Özdemiroğlu ile beraber yarattık. Modern Folk Üçlüsü ile de çalıştım, rahmetli Hıncal Uluç getirmişti. Yılmaz Güney ile ismimi koymadığım bir çalışmamız var; Atilla Özdemiroğlu, Şanar Yurdatapan ve Melike Demirağ ile beraber Arkadaş şarkısını yaptık. Hem şarkı hem film bir numara oldu. Türkiye’de bu ilkti. İlk caz albümünü de ben yaptım. Ben ilklerin adamıyım. Geriye baktığımla gurur duyuyorum.
“BENİ ÜZDÜKLERİ ZAMANLAR DA OLDU”
Geçmişten bugüne aşkla yaptım işimi. Sevindiğim, güldüğüm; üzüldüğüm zamanlar oldu müzik hayatımda. Çok üzüldüğüm ve unutmadığım bir anım var. ‘Boşver’ isimli şarkımla yarışmaya girmiştim ama benim için büyük bir tezgah kurdular. Koskoca bir Nino varken, gidip eurovizyon’da çalma bir şarkıyla Türkiye’yi temsil etmeye çalıştılar. Türkiye’yi bir Yahudi mi temsil edecek meselesiydi bu olay. Buna gerek yoktu. Çok çok üzülmüştüm…
Türkiye’yi kurtarmak için yaptığım özel şeyler de var. Türkiye’yi de Ajda’yı da ‘Aman Petrol’ ile kurtardım. (gülüyor) Bunlar o zamanlar küçük ama mühim şeylerdi.
Nino Varon ile yaptığımız söyleşinin sonuna gelirken, stüdyoya dönüştürdüğü odasında birbirinden güzel melodiler dinledik… Bizi evinde ağırlayan Nino’ya bu keyifli sohbeti için teşekkür ederiz.
Röportaj: Aysel Kılıç
Fotoğraf –Grafik: Şebnem Uztürk